“Mekanik medeniyet, vahşetin en uç noktasına ulaşmış durumda.” Bu sözler, Nobel ödüllü büyük filozof Albert Camus tarafından 8 Ağustos 1945 yılında bir gazete köşesinde yazılmıştır. Bundan 80 yıl önce, İkinci Dünya Savaşı’nın “sona erdirilmesi” amacıyla Hiroşima kentine atılan ilk atom bombasının insanlık üzerinde yarattığı kaygıyı dile getirmektedir. Tüm dünya küresel bir şok etkisi altındayken, medya peş peşe teknolojik ve bilimsel “başarı”lardan bahsetmekteydi. Ancak Camus’nün bu tek cümlesi, hâlâ zihinlerde öncelikli olarak yer eden, sanayileşmenin ve mekanikleşmenin yol açtığı İkinci Dünya Savaşı’nın dehşetini özetlemektedir.
Aslında, Hitler Almanyası’nın teslimiyetinden sonra Japonya ile devam eden İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesi an meselesiydi. ABD güçlerinin önünde üç seçenek bulunmaktaydı. Birinci seçenek, tüm planları hazırlanmış olan Japonya’nın askeri işgaliydi. Güneyde bulunan Kagoşima bölgesinin ve adasının önce işgal edilmesi, ardından 1946 yılında buradan diğer adalara ve başkente ulaşılması hedefleniyordu. Bu kapsamda büyük kaynakların bu noktaya odaklanması ve 2 ila 3 milyon ABD askerinin manevrası sonucunda, yaklaşık 500 bin kayıpla sonuca ulaşılacağı varsayılıyordu. Japonya’nın kayıplarının ise bunun dört ila beş katı olacağı öngörülmüştü.
İkinci çözüm yolu ise Yamato Hanedanı’ndan (MÖ 660) gelen İmparator Hirohito’nun tahtta kalmasının kabul edilmesiyle, yumuşatılmış barış şartları çerçevesinde savaşın diplomatik yollarla sona erdirilmesiydi. Ancak müttefikler arasındaki “dünya paylaşımı” hedefleri doğrultusunda, 17 Temmuz’da başlayan Potsdam Konferansı ve eş zamanlı olarak ABD Başkanı Truman’ın Japonya’ya yaptığı şartsız teslim çağrısıyla bu yol tamamen kapanmış oldu.
Üçüncü çözüm ise maliyeti 2 milyar USD (günümüzde yaklaşık 35,5 milyar USD) olan Manhattan Projesi’nin başarısına bağlıydı. Plütonyum ve uranyum-235 (uranyum-238 izotoplarının ayrıştırılmasıyla elde edilen) iki süper (fisyon) bombanın akıbeti bu çözümün temelini oluşturuyordu. Potsdam Konferansı’nın başladığı günün sabahında, Başkan Truman, ilk “atom fisyon bombasının” testinin başarılı olduğu bilgisini aldı. Bundan sonraki süreçte ise artık bilinen bir dönem başlar: Atom Çağı.
Bundan 80 yıl öncesini hatırlayıp günümüzdeki sorulara cevap aramanın ne kadar doğru olduğu bilinmez; fakat sizlerle bunu paylaşmamın nedeni, bugün hiç olmadığı kadar küresel dengelerde konuşulan bu konuya mesafeli bir bakış açısıyla yaklaşmamız gerektiğini düşünmemdir. İlk atom bombasının atılmasının ardından, savaşların artık imkânsız hâle geldiğini düşünen insanlar, 1949 yılında eski SSCB’nin de atom bombasına erişmesiyle birlikte iki kutuplu Soğuk Savaş döneminin başladığına tanıklık etmiştir.
Ülkelerin savunma ilkeleri değişmiş ve hızla ilk olarak Fisyon (A) ve 1952 sonrası Füzyon (H) bombasına erişim rekabeti başlamıştır, “Bombaya” sahip olan ülke küresel seviyede üstün askeri, diplomatik ve siyasi güçlere erişmektedir. Küba krizi sonrası, taktik seviyede kullanımı kolay olarak bilinen Obüs top (203mm) mermisinden, mayınlara kadar birçok fisyon silahı envanterden çekilmiş ve stratejik seviyede kullanımı yeniden düşünülmüştür. Bu silaha sahip beş ülke, nükleer silahların yayılmasını önlemek ve mevcut silahsızlanmayı sağlayıcı diplomatik bir anlaşmaya ulaşırlar. Barışçıl kullanımı teşvik eden ve koşuları sağlayan amacına uygun Temmuz 1968 yıllında Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Antlaşması (NPT) sağlanır ve Mart 1970 yıllında yürürlüğe girer. Türkiye dahil toplam 190 fazla ülke imzalamış olup, hâlen yürürlüktedir, sadece Kuzey Kore sonradan (2003) çekilmiştir.
Günümüzde dokuz ülkenin bu silaha sahip olduğu bilinmektedir. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin beş daimî üyesi dışında, NPT’yi imzalamamış olan Hindistan, Pakistan ve Kuzey Kore resmî olarak nükleer silah sahibi ülkelerdir. Fransızların desteğiyle İsrail’in ise sınırlı sayıda nükleer silaha sahip olduğuna inanılmakta ancak bu durum resmî olarak kabul edilmemektedir. İran gibi bazı ülkelerin ise bu silahları geliştirmek için gizli çalışmalar yürüttüğü bilinmektedir. Füzyon bombasına ulaşmak, uzun ve oldukça maliyetli bir süreçtir.
Çin ordusu, mevcutta sahip olduğu yaklaşık 300 adet nükleer (atom) harp başlığını 2030 yılına kadar 1000 adede çıkarmayı hedeflemekte ve bu yönde şimdiden adımlar atmaktadır. Fransa ise Avrupa Birliği ülkeleri için bir “nükleer şemsiye” oluşturma çabası içerisindedir. Tüm bu gelişmelerin gelecekteki küresel etkilerini şimdiden öngörmek ise oldukça zordur
Peki NATO nükleer güç olarak bunun neresinde?
NATO, öncelikle nükleer bir askerî ve diplomatik güçtür. Bunun anlamı yalnızca Atom bombasına sahip olmak değildir; aynı zamanda askerî birliklerin bu silahı kullanma yeteneğine, karşı önlemleri alma kapasitesine ve radyoaktif ortamda savaş imkânlarını sürdürebilme kabiliyetine sahip olunmasıdır. Bu bir bütündür. Yaklaşık 30 yıl boyunca zayıflatılmış ya da unutulmuş bu kabiliyetlerin yeniden kazanılması, NATO için öncelikli hedeflerden biridir.
NATO üyesi ülkelerin bu yöndeki yatırımlarının, gelecekte oldukça yüksek maliyetler doğuracağı öngörülmektedir. Az sayıda yeni üs inşa edilmesi planlandığından, mevcut üslerin ve askerî yapıların güçlendirilmesi veya yeniden hazırlanması gerekecektir. Sanayi bölgeleri ve toplumsal alanlarda benzer önlemlerin alınması ise siyasi otoritelerin iradesine ve olanaklarına bağlıdır. İnşa edilen harp araçları ve silah sistemlerine “NATO standardı” denildiğinde, bu bütünsel yapının ve yukarıda belirtilen kabiliyetlerin de bu kapsamda değerlendirildiğini unutmamalıyız.
NATO’nun nükleer caydırıcılık gücünü oluşturan, taktik seviyede kullanıma uygun B61 serisi uçak bombaları, önceden belirlenmiş Avrupa kıtasındaki beş bilinen (gizli) ülkede konuşlandırılmıştır. Bu doğrultuda, yeni ihtiyaçları karşılayacak F-35A gibi savaş uçaklarının tedarik süreci kısa süre içinde başlamış ve hızla şekillenmektedir. Avrasya bölgesinde süren Ukrayna Savaşı ve Rusya’nın her iki haftada bir bu konuya dolaylı olarak gönderme yapması, NATO’nun hazırlık süreçlerini yeniden canlandırmıştır. Otuz yıl aradan sonra maliyetli tatbikatlar ve simülasyonlar başlatılmış olup, eksikler belirlenmekte ve hazırlıklar yapılmaktadır.
Radyoaktif ortamlarda keşif, askerî manevra, iletişim, yaşam ve temizlenme (arıtılma) olanakları, yeni teknolojilerin gelişmesiyle birlikte kısmen kolaylaşmaktadır. Ancak büyük önem taşıyan gıda ve lojistik unutulmamalıdır; toplumsal hazırlık için genel eğitim şarttır. Bazı ilaçların temini veya üretimi öngörülmeli; tıbbî ve sağlık ekiplerinin bu şartlara hazırlıklı olması sağlanmalıdır. Askerî harp cerrahisinin önemi bu bağlamda hiç olmadığı kadar artmış; uzmanlık gerektiren sağlık personelinin yetiştirilmesi ise bir öncelik hâline gelmiştir.
Nükleer denildiğinde bunu yalnızca bir silah olarak algılamak yanlış olur. Aslında bu, kullanılmaması gereken; kullanıldığında ise küresel yaşamı sonlandırabilecek, adeta mahşer gününe giden bir yol anlamına gelir.
Rusya’nın sözlü provokasyonlarına karşılık olarak, ABD Başkanı Donald Trump’ın iki balistik füzeli nükleer denizaltı (SSBN) için deniz karakolu devriyeleri emri vermesi, sonuçta fazladan bir deniz altının daha sahaya sürülmesi anlamına geliyor. Ancak inanın, bir fazlalık demek, askerî hazırlık açısından çok fazla “şeyin” değişmesi anlamına gelir.
Nobel ödüllü filozof Albert Camus’nün 80 yıl önce söylediği o cümlenin sonu ise şu şekildeydi:
“Yakın bir gelecekte, toplu intihar ile bilimsel gelişmelerin akıllıca kullanımı arasında bir seçim yapmak zorunda kalacağız.”
Atom Çağı’nın başladığı 6 Ağustos 1945 yaz gününe geri döndünüz…





































